Yeni yıl geliyor. Türkiye'de insanlar ne düşünüyor? Bazı insanlar üzgün. Hayat zor. Gelecekte ne olacak bilmiyoruz. Bazen insanlar savaş ve kriz görüyor.
1980 yıllarında insanlar mutluydu. O zaman dünya değişti. Şimdi bazı insanlar ümitli değil.
Bugünlerde kriz var. Kriz her yerde. İnsanlar krizden yoruluyor. Türkiye'de hayat zor. Bazı insanlar üzgün ve yalnız.
Yeni yıl geliyor. Yeni yıl belki yeni bir başlangıç olur. İnsanlar mutlu olmak istiyor. Yardım etmek ve birlikte olmak önemli.
Yeni yıla girerken, "2025 Türkiye için nasıl olacak?" diye sorsalar, ünlü bir tabloyu hatırlatırdım. Jan Matejko’nun "Stańczyk" adlı tablosunda, sarayda üzgün bir şekilde oturan bir soytarı var. Her geçen gün artan gündemin ağırlığıyla melankolik, ama aynı zamanda her türlü tüketim ve eğlenceye katılmaktan yorgun düşmüş bir ruh hali anlatılıyor.
Geçmişe dönüp baktığımızda bu tabloyu görebiliriz. Geleceğe dair beklentilerimizden bahsederken, dünya ve kişisel hayatımız arasındaki farkın giderek kapandığı bir dönemde, politik ve sosyal gelişmelerden kaçabilen çok az kişi var. Çoğumuz için geleceğin parlak olduğunu söylemek biraz aldatıcı olabilir.
1980’lerin sonlarına doğru, Margaret Thatcher’ın "Başka alternatif yok" dediği ve Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı dönemde, birçok kişi tarihin sonunu ilan etmişti. Kapitalizm, karşısında onu durduracak bir güç olmadan hâkim olmuştu. İnsanlık, büyük savaşlar ve zorluklarla ilerledikten sonra nihai hedefine ulaşmıştı. Ancak bu tarih, kısa sürede krizler ve yeni savaşlarla yeniden canlanacaktı.
Tarih ilerlemeye devam etse de insanlık, "son" duygusuyla boğuşuyor. Sosyal, ekonomik ve kültürel anlamda geleceğin belirsiz olduğu bir dönemdeyiz. Savaşlar, ekonomik krizler ve insanları hedonizme sürükleyen sorunlar arasında kaybolmuş durumdayız. Bir "son" duygusu var ama bu sona dair açık bir işaret yok.
Laurent Berlant’ın "Zalim İyimserlik" kitabında bahsedilen "krizin sıradanlığı" kavramı, günümüzü iyi anlatıyor. Artık ekonomik ve toplumsal krizler sıradışı bir durum değil, günlük hayatın bir parçası. Büyük krizler yerine, günlük yaşamımızda sürekli var olan ve bir şekilde başa çıkmak zorunda olduğumuz krizler var.
Bu devam eden kriz hali, beklenen sonu ve yeni başlangıçları geciktiriyor. Türkiye’nin mevcut durumuna bakınca bu sıkışmışlığı görebiliyoruz. Köpek katliamı yasası, bebek skandalı, kadın cinayetleri ve hukuksuzluklar gibi olaylara karşı toplu tepkiler duygusal ve anlık öfkelerle sınırlı kaldı; çoğunlukla çaresizlikle sona erdi.
Bu durum, "Bu nesil neler gördü" yakınmasıyla dolu bir bıkkınlık ve "yitik nesil" anlatısı oluşturuyor. Gündemin ağırlığı karşısında eylemsiz ve çaresiz kalmanın getirdiği bir melankoli veya tamamen içine kapanma durumu var. Burada "dünyaya bir kere gelmenin" rahatlığıyla görmezden gelmek ve hazcı bir şekilde hareket etmek bir başa çıkma mekanizması oluyor.
Kötümser bir bakış açısıyla geleceğe dair iyimser olmak için sebepler bulmak zor. Bu durum, melankolinin güçleneceğini gösteriyor. Fransız filozof Jacques Rancière, melankolinin kendi güçsüzlüğünden beslendiğini söyler. Hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanan kötümser bakışın da durumu yeniden ürettiğini belirtiyor. İyimser olmak bir yanılsama olsa da tam bir kötümserliğin de başka bir tuzak olduğunu unutmamak gerekiyor.
Alain Badiou, "Yapay bir bireyciliğin tahakkümü altındayız" der. Yalnızlık salgınının başlıca nedenlerinden biri bu. Melankolik özne, kendi dünyasına kapanarak korunmaya çalışsa bile, bahsedilen ilişki biçimlerinden mağlup ve yorgun bir şekilde çıkıyor. Yeni bir yıl, her seferinde yeni bir başlangıç umuduyla geliyor. Her şeyin sonunun ilan edildiği, ama sona ulaşamadığımız bir dünyada, arzulanan bir değişiklik için bir fırsat sunuyor.
İtalyan düşünür Antonio Gramsci, yılbaşlarının sıkıcı olduğunu söylerdi. Ancak artık farklı kırılmalara ihtiyacımız var. Geleceğe dair daha coşkulu bir umut beslemek, yeni bir başlangıç olabilir. Bunun için de kolektif bağları yeniden kuracak yeni yollar yaratmak gerekiyor.
Yeni yıla girerken "2025 Türkiye için nasıl olacak?" diye sorsalar, aklıma gelen ilk şey Jan Matejko’nun Stańczyk tablosundaki üzüntülü soytarı olurdu. Bir yandan gündemin ağırlığı altında melankoliye kapılmış, diğer yandan kitlesel eğlence ve tüketimden yorulmuş bir ruh hâlinden bahsediyorum.
Geçmişe bakıp bir değerlendirme yaptığımızda bu tablo ortaya çıkıyor. Geleceğe dair umutlarımızı dile getirdiğimizde, özellikle dünya gündemi ve kişisel hayatlarımız arasındaki farkın azaldığı bu dönemde, politik ve sosyal gelişmelerden uzak kalabilen az bir grup dışında çoğumuz için geleceğin parlak olduğunu söylemek zordur.
Tarihin Sonu?
1980’lerin sonlarına doğru, Margaret Thatcher’ın "Başka alternatif yok" sözleri yankı bulduğunda ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle Soğuk Savaş sona erdiğinde, bazı entelektüeller tarihin sonunu ilan etmişti. Büyük ideolojilerin öldüğü ve kapitalizmin rakipsiz bir güç haline geldiği düşünülüyordu. İnsanlık, kan ve gözyaşı dolu yolculuğunda son noktaya mı gelmişti? Ancak, tarihin sonu ilan edilmeye fırsat bulmadan krizler ve yeni savaşlar ortaya çıktı.
Tarih ilerlemeye devam ederken, insanlık "son" duygusuyla başa çıkmaya çalışıyor. Gelecek konusunda belirsizliklerle dolu bir dönemdeyiz; sosyal, ekonomik ve kültürel anlamda geleceksizlik hissi hakim.
Sürekli karşımıza çıkan felaket senaryoları, savaşlar, ekonomik krizler ve deneyim krizlerinden dolayı, kesin bir başlangıç ve sonu görmek mümkün değil. "Son" duygusu var, ama ufukta belirgin işaretler yok.
Krizin Sıradanlığı
Laurent Berlant’ın "Zalim İyimserlik" kitabında anlattığı “krizin sıradanlığı” kavramı, yaşadığımız kültürel durumu iyi açıklıyor. Berlant'a göre artık krizler olağandışı değil, günlük yaşamın bir parçası. Büyük, devrim niteliğinde değişiklikler yerine, hayatımızın her yerine yayılan ve başa çıkmak zorunda olduğumuz sıradan krizler var.
Bu sürekli kriz hali, beklenen sonu ve yeni başlangıçları erteliyor. Zaman, sanki düz bir çizgide ilerlemek yerine, döngüsel bir şekilde bizi bugünün içine hapsediyor. Türkiye’nin mevcut durumuna baktığımızda, bu sıkışmışlığı hissedebiliyoruz.
Korkunç manipülasyonla gündeme gelen köpek katliamı yasası, şok edici bebek skandalı, kadın cinayetleri ve çeşitli hukuksuzluklar, genellikle çaresizlikle sonuçlanan anlık tepkilerle karşılandı.
Bu durumda "Bu nesil neler gördü" yakınmasının hakim olduğu, “yitik nesil” söyleminin sürekli ifade edildiği bir kültürel hava ortaya çıkıyor. Gündemin ağırlığı karşısında eylemsizlik ve çaresizlik sonucu oluşan melankoli, içe kapanma ile sonuçlanabiliyor.
Burada "dünyaya bir kere gelmenin" sağladığı rahatlıkla gözleri kapatmak ve hazcı bir nihilizmle hareket etmek, bir başa çıkma yöntemi olarak kendini gösteriyor.
Kötümserlik Tuzağı
Genel resme baktığımızda, geleceğe dair iyimser olmak için pek fazla neden yok gibi görünüyor. Bu durum, melankolinin daha da güçleneceğini gösteriyor. Fransız filozof Jacques Rancière, melankolinin kendi güçsüzlüğünden beslendiğini söyler ve ekler: “Sistem eleştirisinin kendisinin sistemin bir parçası haline geldiği bu dünyaya küskün bir şekilde bakan berrak zihin konumuna yetinmek yeter.”
Hiçbir şeyin değişmeyeceğine, yalnızca felaketlerin bizi beklediğine inanan kötümser bakışın mevcut durumu yeniden ürettiğini söyleyebiliriz. Ancak, mutlak kötümserliğin de başka bir tuzak olduğunu unutmamak gerekir.
Yalnızlık Salgını
Alain Badiou, 2000’lerin başında "Yüzyıl" kitabında, yapay bireyciliğin hakim olduğunu söylemişti. Bu denkleme göre yalnızca parayla ilişki, ekonomik ve toplumsal başarıyla ilişki ve cinsellikle ilişki önem arz ediyordu.
Bu resim, 25 yıl içinde daha da keskinleşti. Kolektif bağlardan yoksun, yalnızlık salgını yaşayan bireyler, üç ilişki biçiminin döngüsünden yenik ve yorgun çıktı.
Yeni bir yıl, her zaman yeni bir başlangıç umudu ile gelir. Her şeyin sonunun ilan edildiği, ama sonuca ulaşamadığımız bu denklemde, arzulanan bir değişim için nominal bir eşik sunar.
Coşkulu Bir Arzuya İhtiyaç
İtalyan düşünür Antonio Gramsci, "Hayatı ve insan ruhunu ticari bir kaygıya dönüştüren sabit vadeli hesaplar gibi kapanan yılbaşlarından nefret ediyorum" demişti. Ancak onun dönemi, farklı ihtimallerin daha yakın olduğu bir zamandı.
İçinde bulunduğumuz dönemin ortasında, bu zor zamanlarda yeni ihtimallere ihtiyacımız var. Belki de geçmişin ağırlığından kurtulup, geleceği daha coşkulu bir şekilde düşünebiliriz. Bunun için, kopmuş kolektif bağları yeniden oluşturmanın yollarını aramamız gerekiyor.